El Kaide Genel Liderliği görevi esnasında Afganistan Pakistan sınırındaki Veziristan Bölgesinde ABD hava saldırısıyla hayatını kaybeden Atiyetullah El Libi’nin A’malul Kamile adlı eserindeki öne çıkan bölümleri okurlarımız için Türkçeleştiriyoruz:
“Şuan bu bapta mühim bir kaide hakkında konuşacağız.
Bu kaide mutlak tekfir ile muayyen bir şahsı tekfir etmek arasını ayırmak hakkında olacak.
Fiil veya söz ya da inanç hakkında küfür hükmünü vermek manasına gelen mutlak küfür hakkındaki kelamımız ile muayyen bir şahıs üzerine küfür hükmünü icra etmek, onun bil fiil kâfir olduğuna ve İslam dairesinden çıktığına hükmetmek arasında fark vardır. Yani bunlar iki (ayrı) meseledir. Her iki meseleyi de delilleriyle ele alacağız.
Diyoruz ki: “Kur’an, sünnet ve bunların konumunda olan icma ve kıyastan İslam şeriat fıkhında her hangi bir fiilin veya sözün yahut itikadın küfür olduğu şer’i delil ile sabit olursa bu fiil, söz ve itikat küfürdür.” Fıkıh sahibi âlimler kitaplarda bu meselelerin birçoğu hakkında konuşmuşlardır. Yahut şöyle de diyebiliriz: “Fıkıh âlimlerinin riddet kitaplarında zikrettiği meselelerin birçoğu bu baptandır, yani mutlak küfür babından.”
Onlar bunu; küfür olan şeyleri insanlara öğretmek babından yapmaktadırlar. Ki böylelikle insanlar bundan sakınsınlar. Ancak muayyen bir kişi küfür olan söz veya fiil işlediğinde yahut küfür olan bir şeye inandığında meseleye başka bir bakış açısıyla bakmamız lazımdır.
Peki, bu bakış açısı nedir? Buradaki bakış açısı; küfür fiilini yapan veya sözünü söyleyen yahut itikadına inanan bu muayyen şahıs için bir özrün olup olmamasıdır. Acaba bu şahıs mazeret sahibi midir yoksa değil midir? Eğer mazeret sahibi ise ona küfür hükmünü icra etmeyiz, değilse o kişi kâfir olmuştur İslam’dan çıkmıştır. (Buna binaen) Onun kâfir olduğunu söyleriz.
Örneğin Kuran’ı parça parça yırtıp üzerine ayakla basmak, bütün Müslümanların indinde ittifaken küfürdür. Kuran’ı hor görüp onu aşağılamak –Allah muhafaza- kesin küfürdür. Allah’ tan (Subhanehu ve Teâlâ) selamet ve afiyet istiyoruz.
Şuan ben dışarı çıktım ve –Allah muhafaza- önümde Kuran’ı parçalayan ve üzerine ayağıyla basan bir adam gördüm. Bu fiil kayıtsız ve şartsız küfürdür. Fakat adı –örneğin Sait olan- bu muayyen şahıs kâfir midir yoksa değil midir? (öncelikle bu şahsın) Deli olup olmadığına bakarız. (çünkü) onun deli olması mümkündür. Belki bir adam onun üzerine silah doğrultmuş şöyle diyordur: “Dediğimi yap, yoksa seni şimdi öldürürüm!” Bu durumda o şahıs ikrah altındadır. Bak bakalım bu adam onu bir şeye zorluyor mu? Ki böyle bir durumda adam ikrah altında(bu işi yapmakta)dır.
Yani bu iki mazeret bu meselede tasavvur edilebilir, genellikle bunların dışındaki mazeretler düşünülemez. Ancak aşırı dikkatsizlik anında belki bu tasavvur edilebilir. Fakat bu da az bir durumdur. Veya şöyle de düşünülebilir; o kişi bunun Kuran olduğunu bilmiyordur. Bunun da vaki olması azdır. Fakat ikrah ve delilik yani aklın olmaması tasavvur edilebilir.
Bu durumda bu şahsın kâfir olduğuna hükmedemeyiz. Bu gariban, mazeret sahibidir, halen Müslüman’dır, ancak yaptığı fiil küfürdür. Bununla beraber, bu şahıs insanı küfre düşüren bir fiil işlemiştir, akletmeyen delilinin mazereti gibi bir mazeret sahibidir veya ikrah altında (bu küfür fiilini) yapmıştır. (yani) Zorba, bedbaht ve tehdidini infaz etmeye kadir olan bir kişi ona “şu işi yap yoksa seni şimdi kurşunlar öldürürüm” demiştir. İşte, muayyen şahısta kesinlikle gözetilmesi gereken araştırmanın anlamı budur.
Peki, aradaki fark nasıl açığa çıkacak? Farz edelim ki ben, dışarı çıktım, Kuran’ı yırtan ve yere atan bir adama rastladım, izzeti nefsim bana galip geldi, silahıma davrandım ve hemen adamı öldürdüm. (Tabi) Ben o adamın mazeret sahibi olup olmadığını bilmiyorum, hiçbir şeye bakmadan adamı öldürdüm. İşte burada, meselenin tesiri veya araştırmanın etkisi kendisini gösterecektir. Daha sonra öldürülen adamın ailesi bana geldi ve dedi ki: “Bu garibanı neden öldürdün? (Öldürdüğün) Bu adam, deliliğine herkesin şahitlik ettiği meşhur bir mecnundur!” Bu durumda ben özürlü, deli bir adamı öldürmüş oldum. (Aslında) Benim araştırmam gerekiyordu. Hal böyle olunca bu gariban deliye, boy abdesti aldırır, onu kefenler, namazını kılar Müslüman mezarlığına gömeriz. Çünkü o, İslam’ına hükmedilen Müslüman bir kişiydi veya Müslüman anne babadan doğmuş bir Müslüman’ın evladıydı. Doğuştan deli olması veya daha sonra yaşarken deli olması hükmü değiştirmez. Belki de adam, salih bir insandı sonra delirdi ve hiçbir şey bilmez oldu.
Bu kişinin Müslüman olduğuna hükmedilir, kâfir olduğuna değil. Biz ancak ona Müslüman hükmünü vermekte devam edip Müslüman muamelesi yaparız ve onun kurtuluşunu temenni ederiz. Deli olduğu ve aklını yitirdiği için, o mazurdur (ama) yaptığı fiil küfürdür. İşte araştırmanın geride bıraktığı iz budur. Bu kişinin ameli küfür olmasına rağmen biz onun Müslüman olduğuna hükmettik.
Bu durumda genel hüküm; (adamı öldüren) katilin –ki bu mesele de araştırılacaktır- öldürülmeyeceği yönündedir Allah’u a’lem. Fakat bu katil, kötü bir iş yapmıştır, tâzir ve disiplin cezasına çarptırılması mümkündür.
Aslında uygun olan o adamın araştırması, soruşturması ve öldürme işini kâdılara veya Müslüman bir otoriteye ve yöneticiye bırakmasıydı. Fakat o adam acele etti. Dolayısıyla münasip olan onun cezalandırılması, disiplin ve tâzir cezasına çarptırılmasıdır. Bununla beraber o adam, bundan dolayı öldürülmez. Çünkü hakkında hiçbir ihtilafın olmadığı açık ve net bir küfür görmüş, gayreti diniye sebebiyle öldürmüştür. Bundan dolayı bu adam öldürülmez.
Başka bir misal verelim. Örneğin parlamentolar… Biz parlamento hakkında konuşur onun tağut olduğundan bahsederiz. Çünkü hükümlerinde, sıfat ve özelliklerinde Rab Teâlâ’ya muhalefet edebilecek Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Emretme, yaratma ve hükmetme yetkisi sadece O’na aittir. Hükmetmek yalnız Allah’a mahsustur. Parlamento ise Allah’tan gayrı, O’nun izin vermediği hususlarda hükmeden bir kurumdur.
Bu kurum Allah’tan (azze ve celle) ayrı, O’nun izni ve icazeti olmadan kanun vazetmektedir. İşte bu, tağuttur ve Allah’tan gayrı insanların ibadet ettikleri ilahtır.
Parlamentonun tağut olduğu bizim nezdimizde açık bir şekilde karar bulmuştur. Fakat Müslüman’lardan bir kişi, hocalardan bir hoca, âlimlerden bir âlim veya şuan olduğu gibi kanaat önderi, davetçi ve üstat biri çıka geldi, parlamentoya girdi, meclistekilerle ve meclis üyeleriyle beraber parlamentoda bazı mevzuat (değişikliği) ve kanun çıkarmak için oy kullanarak ortak çalıştı. Biz de bu adama konuları izah ettik ve dedik ki: “ şu meselenin hükmü şudur, parlamento Allah’tan gayrı bir ilahtır, bu bir tağuttur, yapılan iş Allah’ın izni olmaksızın kanun koymaktır.” O da bize cevap olarak dedi ki: “Ben bunu biliyorum. Fakat kötülüğü azaltmayı, doğru sözü duyurmayı ve gücüm yettiğince batılı def etmeyi düşünüyorum. Belki ben bununla şerri azaltır, Müslümanlara faydalı kazanç sağlar, parlamentoyu çekip çevirir, şeriata muvafık kanunlar çıkarmak için uğraşır, kötü gidişatı hafifletirim veya parlamentoyu dine boyun eğecek bir şekle sokmak için çabalarım…” Adam bu (ve benzeri) gerekçelerle tevil yapmaktadır.
Acaba bu mazeret(ler) makbul müdür değil midir? Âlimler bu mazerete ne ad verirler? Âlimler bu mazerete tevil özrü diye isim verirler. Fakat bu mazeret geçerli midir yoksa değil midir? Biz bunu özür olarak kabul edecek miyiz yoksa etmeyecek miyiz?
Fakihler bu meselede hüküm vermiş, ilim adamları ihtilaf etmiştir. Bu mesele hakkında hüküm vermek bir fakihten diğerine, bir müftüden diğerine farklılık arz eder. Parlamentoya giren adamın tevilinde sadık olduğu, hayrın galibiyetini murat ettiği, hakkı ve hakkaniyeti kastettiği fakat tevil edip bunun caiz olduğuna inandığı, kime zahir olursa, onun katında bu özür(ün muayyen tekfirden engelleme manasında makbul olduğu) açığa çıkar.
Kime de, bu tevil neredeyse oyun-aldatmaca ve heva ile yapılmış uzak ve fasit bir tevil olduğu zahir olursa, o kimse de, bu kişiyi mazur görmez. İşte bu, bir halden diğerine değişir. Tevilin kendisi, ona itibar etmek veya etmemek bu bakış açısına bina edilir. Sair örnekler de aynı bunun gibidir.
Örneğin “mecburiyet” meselesi… Bir kişi küfür fiili işler. Bir asker olarak mürtedlerle beraber savaşır. Afganistan veya Pakistan ya da bunların dışında kâfir ve mürted devletin ordusunda yer alan “serbaz” teşkilatında askerlerden bir askerdir.
Mesela Afganistan’ı ele alalım. Bir kişi Karzai’nin ordusunda askerdir. Bu kişi derki: “Para ve iş olmadığından mecburi olarak ailemin maişeti için orduda çalışıyor ve buna ihtiyaç duyuyorum.” Şimdi bu mazeret makbul bir mazeret midir yoksa değil midir? Bu makbul bir mazeret değildir. Gerçekten bu açık bir meseledir. Çünkü bu adam odun toplamak için (dağlara) çıkabilir, çarşıda hamal ve çöpçü olarak çalışabilir veya başka her hangi bir işte çalışabilir.
Bu adamın başka birçok işte çalışma imkânı varken, küfür fiilini yapana kadar, ölüm derecesine ulaşmadan yaşamaya güç yetirebilir. Hicret edip mücahitlerle beraber hareket edebilir. Bu kişi kâfirlerden telassus etmeye takati vardır. Şayet bu kişi kâfir hükümetten telassusta bulunsa, Allah’ın (azze ve celle) helal kıldığı bir malzemeyi alıp çalsaydı bu kendisi için daha faziletli bir amel olurdu. Hatta ölümle karşı karşıya gelseydi şehit olurdu. Dolayısıyla bu kişinin öne sürdüğü (kâfir bir hükümetin ordusunda maişet için çalışma) özrünün hiçbir geçerlilik yönü yoktur. İnsanlar buna benzer dünya, mal-mülk, geçim, çocuklar ve benzeri şeylerle delil getiriyorlar. Biz de diyoruz ki: “Mecburiyet mazeretlerinin birçoğu makbul değildir.”
Örneğin şuan Pakistan hükümeti diyor ki: “Biz mecburuz. Amerika’nın yanında olmaktan başka bir çaremiz yok. Çünkü Amerika’nın yanında olmaz, ona itaat etmez, onunla ittifak kurmaz ve onunla aynı safta olmazsak Amerika bizi vurur.” Onların mazereti bu! “Biz mecburuz, Amerika’nın yanında Afganistan Taliban İslam Emirliği ile ve şu El Kaide ve teröristlerle savaşmamız lazım. Şimdi bu mazeret makbul bir mazeret midir? Pervez Müşerref onun arkadaşları ve halk(tan bazıları) böyle söylüyordu. Bu söz makbul müdür? Sizin görüşünüz nedir?
Bu mazeretin makbul olmadığı açıktır. Bu sadece bir kandırmacadır. Çünkü bir kişi mazerette bulunduğunda, mazeretinde sadık olması gerekir. Onlar ileriye sürdükleri bu mazerette sadık değiller. Fıkıh sahibi için bu mühim bir konudur. Öyle ki fakih, kendisine gelen kişinin haline bakacaktır (ve ona göre hüküm verecektir.)
Kim gelir ve derse ki: “Vallahi ben şöyle kastediyorum…” (bu kişinin sözüne itibar edilmez.) Halbuki bu kişi hile yapıyordur. Fıkıh sahibi uyanık ve zeki olmalı ve mazeret beyan eden kişinin mazeretinde ve iddiasında sadık olduğunu bilmelidir. Onlar iddialarında oyun oynamaktadırlar ve sadık insanlar değiller. Eğer doğru sözlü olsaydılar, şeriatı tatbik eder, asıl itibariyle Allah’ın dinine bağlanırlardır.
Onlar İslam’ı ve şeriatı uygulasaydılar, Allah’ın indirdikleriyle hükmetseydiler, İslam’a yardım etseydiler, ülkede bulunan hâşâ Allah’a sövmek, laiklik, bozgunculuk, fasit küfri düşünce, kültür ve daha başka birçok inkâr, fısk ve fücurun önünü alsaydılar, dine bağlansaydılar, daha sonra düşman gelseydi, onlar da bundan korksaydı ve deseydiler ki: “düşman bize galip gelmemesi, bize vurmaması ve devletimizi yok etmemesi için mutlaka şunları yapmamız gerekir” (evet böyle yapsaydılar) bu durumda insanın onların mazeretlerine bakması mümkün olurdu. Amma onlar bunun tam aksine bir haldeyken mazeretlerini nasıl gözetebiliriz? Onların bütün bu mazeretleri sadece bir oyundur.
Bir kişi, mücahitleri gizler ve onlara yürü yürü derdi. Biz de örneğin Amerika’nın önünde açıkça ortaya çıkardık. Bu kişi gizliden az da olsa yardım ederdi. Bu kişinin hali biliniyordu. Fakat şunlar asıl itibariyle Amerika’ya hizmet etmek için çabalamaktadırlar. Onlar Amerika’yla ittifak edip onu dost edinmeden önce kendi kendilerine asıl itibariyle kâfir olmuşlardı. Dolayısıyla onların özürlerinin hiçbir kabul edilebilirliği yoktur. Onların yaptıkları sadece oyundan ibarettir ve hiçbir itibarı yoktur.
Bir kişi de içtihad edip bunları müdafaa etse, onların mürted olmadığını, mazur ve tevil ehli olduklarını zannetse, onları küfürden çıkarmak için savunsa, onlardan küfrü nefyederek onların fiillerine özürler bulmaya çalışsa ve bunları sahih bir niyetle yapsa, bu onun bir içtihadıdır bundan dolayı tekfir edilmesi uygun değildir. Yaptığı tekfirde bu kişi hata etmiştir.[1] Bu şekilde bir düşüncede olan kişi sadece Allah’tan bağışlanma dilemesi gerekir.
Amma bu kişinin onları batıl ile sadece arzularla ve ilmi bir kenara bırakarak savunduğu, ne ilmi ne de dini bilerek yalnız onlara destek, sevgi ve dostluk için müdafaa ettiği bilinirse bu kişi onlardandır. Allah’tan selamet ve afiyet istiyoruz. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh… Allahu a’lem bu kişinin küfründen korkulur. Belki bu kişi, onlardan olur, onlar gibi olur veya onlardan daha kötü bir durumda olur.
Bu kişi hakkında küfür veya İslam açısından hüküm vermek daha fazla bir araştırmaya ihtiyaç duyar. Fakat hiç şüphesiz bu tehlikeli bir iştir ve bu kişi savaş hükümlerinde onların hükmüyle yükümlenecektir. Biz bu kadarıyla yetiniriz. Bununla beraber bu kişinin kâfir olduğundan korkulur. Ancak kâmil manada hüküm vermek, bu kişinin durumunu daha fazla incelemek ve araştırma yapmaya ihtiyaç duyar. Acaba o kişi için bir özür var mı yoksa yok mu? Belki o kişi vakıayı yanlış anlamıştır…
Mesela; yakınındaki ilim ehlinin bir takım fetvalarına tabi olarak orduyu güzel ve İslami bir ordu zanneden kişi mazurdur. Ve buna benzer (başka) mazeretler olabilir. (Ancak) Bu kişi savaş hükümlerinde, onlara yardım ettiği, destek olduğu ve davet ettiği sürece onlardan sayılır ve genel olarak onlardan olduğuna hükmedilir. Mücahitler bu gibi kişilerle savaşır ve yok edilmesinde bir maslahat gördükleri zaman onları öldürebilirler.
Mecliste oturanlardan birisi:
_“Yani onlardan olduğu kabul edildiğinde öldürülür mü?”
Şeyh:
_Hayır hayır. Savaşmak ile öldürmek farklı şeylerdir. Bazen küfrüne hükmetmediğimiz kişiyi onlardan olduğu için öldürürüz.
Yani bu sadece maslahat için olduğunda böyledir.
Bir kişi mücahitlerle anlaşır ve onlara derki: “Füzelerinizi bu taraftan atmayın, şu tarafa; dağın yanına gidin ve oradan atın.” Bu adam Müslümanlardandır. Müslümanlarla bir bağlantıya geçmiştir. Fakat durum değişirse… Bu kişi başlangıçta bu şekilde başlar sonra değişir ve mücahitleri cihattan engeller; ne kendi köyünden ne de başka bir yerden operasyon yapmalarına mani olursa, -aslında niyeti mücahitleri engellemektir- birisi kendi köyünün yakınlarından diğeri ise kendi köyünün yakınlarından mücahitlere engel olmaktadır. Neticede bunlar mücahitlere mani olmaktadır. Bazen niyetleri mücahitleri cihattan engellemek, cihadı ilga etmek ve cihattan alıkoymaktır. Daha sonra devletle beraber olmak için bazen farklı bir merhalede değişerek, mücahitlerle savaşa girmektedirler. Bu gerçekten tehlikeli bir meseledir.
Kişi sadık ise mücahitlerle anlaşmalı ve hayırlı olanı yapmalıdır. Bazen de bu kişi, her hangi bir aşamada bizzat hükümetle aynı konumda yer alır ve aynı hükümle hükümlenir.
Allah sizleri hayırla mükâfatlandırsın. Allah’ım! Sen bütün eksikliklerden münezzehsin. Sana hamd ederim. Senden başka ilah olmadığına şahitlik ederim. Senden bağışlanma ister Sana tövbe ederim.”
[1] Cümlenin normal tercümesi bu şekildedir. Fakat siyak ve sibaktan anlaşılan cümlenin içinde bir kelimenin eksik olduğu yöndedir. Bu itibarla doğru olan tercümenin şu şekilde olmasıdır. “Bu kişi (onları) tekfir etmemeklehata etmiştir” (Mütercim)
Asyanin Sesi